Uzun zamandır bloguma yazdığım tek kelime yok. Sebebi yazacak bir şey bulamamam değil, o kadar çok şey olduğundan yazmak için herhangi bir tanesine odaklanamıyor olmam.
Mesela siyasi gündem migren ataklarımı tetikleyecek seviyeye geldi benim için. Bu a.k. partisi ve onun sempatizanları beni çileden çıkarıyor. Adeta hayattan soğutuyorlar insanı.
Neyse ki tüm bu hararetimin içinde kendime farklı bir ışık buldum. Hayatımı toptan değiştirecek bir şey. Uzun zamandır aradığım şeyi buldum. Tabi ki buradan ( en azından olgunlaşmadan ) açıklayacak değilim, fakat şunu söyleyebilirim; yaşadığım şehir, şimdiye kadar yaşadığım hayat, gelecek planlamam vs alayı değişmiş olacak.
Mecbur olduğumu hissettiğim bir hayatı yaşamak istemiyorum. Az biraz zaman dişimi sıkarsam her şey umarım gerçekleşecek.
Bu sefer paylaşacağım şarkı yine Eric Clapton'dan. Kendine has tarzıyla coverladığı bu şarkının başka dillerde bu kadar tat vereceğini hiç sanmıyorum. Şarkı, blues dediğimiz şeyi bana hissettirmekle kalmıyor, beni tatlı bir burukluğa itiyor. Eric abimizin huzuru neden blues'da bulduğunu gerçekten anladığım bir şarkı. insanı çok yoracak bir acıyı böyle tatlı savuşturamazsınız. :) Neyse çok uzattım. Hadi buyrun dinleyin.
Unutulan birkaç satır, cümle veya
sözcükten ibaretti bazı masallar… Hem onları unuttuk, hem de onlara konulan
adları. Tüm renkli halleri hafızamızın tozlu kısımlarında siyah-beyaz bir siluet’e
dönüştü
Evet, bizim de hiç ettiğimiz birkaç
hikâyemiz var. Herkes gibi biz de buruşturup attık birçok şeyi. Sebebinin ne
önemi var ki? Önemli olan; o hikâyenin artık okunamayacak hale gelmiş olması. Hepimiz
insanız, bunu herkes hissetmiştir; olan bitene değil de, olabilecekken vazgeçilen
güzel şeylere üzüldük sonra…
Ve kimseyi suçlayamayız, kimse mükemmel
değil. Ne bu hikâyede kendine yer bulanlar, ne de hikâyenin bitmesine sebep
olanlar. Hayatın bize yaptığı küçük şakalar… Her birinden küçük parçalar
ekleyerek yolumuza devam ediyoruz. Hayat böyle, düşersen kalkar yola devam
edersin… Çoğu insan bunların gereksiz olduğunu düşünür, ama aslında gerçeğin ta
kendisi bu hikayedir…
Bugün seninle Aslında pek
sevemeyeceğin bir şarkıyı paylaşıcam. “Eric Clapton – Love in Vain” Orjinali The
Rolling Stones’a ait olup sözleri çok hoşuma gitmektedir…
( Bu yazım bir öncekinde bahsettiğim şeylere ithafen yazılmıştır... ) Mesele sen misin, yoksa seni elde edebilmek mi bilmiyorum.. Belki de derdim senin benim yanımda olman değildi. Belki de derdim bendim. Hadi sana uyalım, kaçıp gidelim o zaman birbirimize sırtımızı dayayıp arkamıza bir daha bakmadan koşalım, düşersek kalkalım tekrar koşalım.. Hadi el sallayalım batan güneşe, ama bilelim ki bir daha doğmayacak, yine de el sallayalım ona.. Dünyaya inat yalnız kalalım.. Tut ki her şey zaten yalandı, farz et ki bu bir rüyaydı, ama bir kere düşün... hala insanken düşün... ya da bırak yalnızlık delice koşsun.. Tüm kelimeler sessiz kalsın, yalnızlık konuşsun o zaman.. Hadi vazgeçelim madem, susalım.. El sallayalım, gidene dur demeyelim, Sen Leyla ol ben Mecnun demeyelim, gülecek tüm nedenleri ve gülücükleri saklayalım o zaman.. Hadi gel kimsesizliğe koşarak gidelim, arkamıza bile bakmadan
Baktık böyle de olmuyo, yine bakmayalım ardımıza.. güneşimizi beraber yolladık, umut edelim yenisi doğsun diye.. hadi gel giden gitsin biz ona dur demeyelim.. haa belki bi gün üzülürsek falan yine de dönmeyelim.. hadi vazgeçmişliğimize sarılıp ondan medet umalım... hadi gel...
Bak Eric Clapton abimiz bile "Game's Up" diyo... bitti gitti diyelim o zaman...
Merhaba pek muhterem okuyucum. Var mısın bilmiyorum ya,
neyse önemi yok.. Bugün sana bir hikâye anlatıcam. Hikâye tam olarak
aşağıdaki gibi;
( Kahramanımız onu tedavi için gelen doktoru görüp görmeme arasındadır. Dediklerini duyamaz. )
-Merhaba, İçerde kimse var mı? Yalnızca başını salla
beni duyabiliyorsan. Evde kimse var mı? Hadi ama kendini kötü
hissettiğini duyuyorum. Acını yatıştıra bilirim ve yeniden ayağa kalkmanı sağlayabilirim. Gevşe. Biraz bilgiye ihtiyacım
var önce, yalnızca temel şeyler. Gösterebilir misin bana neresinin acıdığını?
-Azalttığın hiçbir acı yok. Uzak bir geminin dumanı
tütüyor ufukta. Sen dalgaların içinden geçerek yaklaşıyorsun. Dudakların kımıldıyor ama duyamıyorum ne söylediğini.Çocukken ateşlenmiştim bir gün. Ellerim sanki iki balon
gibiydiler. Şimdi aynı duyguyu bir kez daha yaşıyorum. Anlatamam, anlayamazsın
da. Ben normalde böyle değilim. Şimdi keyifli bir uyuşukluk içindeyim
-Tamam. Yalnızca bir iğne batması. Artık kalmayacak
hiçbir aaaaaaaaaaaah. Fakat kendini belki biraz hasta hissedebilirsin. Ayağa
kalkabilir misin? Sanırım etkisini gösteriyor, iyi. Bu senin gösteriyi
sürdürmeni sağlayacak. Hadi, gitme zamanı geldi.
-Azalttığın hiçbir acı yok. Uzak bir geminin dumanı
tütüyor ufukta. Sen dalgaların içinden geçerek yaklaşıyorsun. Dudakların kımıldıyor ama duyamıyorum ne söylediğini. Çocukken bir şey ilişmişti gözümün ucuna. Dönüp baktım
fakat kaybolmuştu. Tanımlayamıyorum şimdi onu. Çocuk büyüdü, düş kayboldu. Ve
ben keyifli bir uyuşukluk içindeyim.
Hikâyeden istediğiniz neden-sonuç
ilişkisini çıkarabilirsiniz aslında, istediğiniz duygusal olaya yorabilirsiniz,
sizi inciten istediğiniz olguya uyarlayabilirsiniz… Bu hikâyenin bana
hissettirdikleri mevsimlere, havanın durumuna, haftanın hangi gününde veya
günün hangi diliminde olduğumuza göre değişkenlik gösterebiliyor…
(19 Temmuz 2013, 17:30)
Hepimiz çocukken, şimdiki bize
göre küçük ama onlara göre büyük hayaller kurduk, bilinçaltımız bu hayallere
göre büyüdü gelişti, hepimiz o hayallerin oluşturduğu “Voltran” için uğraştık
durduk. Ve şuan gerçekleştiremediğimiz “voltran” veya “voltranlar” yüzünden
hayal kırıklıkları içerisindeyiz. Konunun ne olduğu önemli değil. Sanat, aşk,
nefret, dostluk, futbol, siyaset, vs….
Her neyin hayali kurulduysa
birileri o kurulan “bakir” hayalin geldi içine etti. Dedi ki, “Ben geldim, tüm
istediklerini gerçekleştirmek için, sadece ne istediğini söyle, neresi acıyor
göster bana, o boşluğu göster.” Evet, bize böyle dendi, hem de her defasında
ama tam da hikâyemizde anlatıldığı gibi azalttığı hiçbir acı olmadı, hiçbir
boşluk dolmadı…
Ve biz koca adamlar, şimdi
çocukluğumuzdaki gibi hissediyoruz. Canı yanan, elinden şekeri alınan, en
sevdiği oyuncağı kırılan, annesinden ayrılan ve gözlerinden defalarca yaş gelecek
kadar kırgın olan o çocuk gibi hissediyoruz, ama ağlayamıyoruz. Çünkü hayat
bize ağlayamamayı da öğretti… Kurduğumuz düşlere insanları dahil etmekte
üzerimize yok. Kendime şu soruyu hep soruyorum; “ Neden buna engel olamıyoruz?
”
Bu sefer seninle Pink Floyd’un bi
şarkısını paylaşıcam. “Comfortably Numb.” Hikâye diye sana yazdığım da bu
şarkının sözleridir. Hadi dinle, oku ve yine de zevkini çıkarmayı dene….
Bak dostum, arkadaşım, yoldaşım,
sevgilim, düşmanım veya her kim isen; hayatta sürekli koşuyor olman gerekmez. Koşmaktan
kastım; mutlu olmak, sürekli iş güç ile dolu biri olmak, arkadaş ortamlarında
başrol oynamak, sevmek, vs. Kısacası hayatı “dolu dolu” yaşamak... şimdi şu
yarış havasından iki dakikalığına çıkıverip aklı selim olarak bir düşünelim.
Kendinizi
bir tren olarak hayal edin… Kömürü yedikçe harlanan ateşiyle kavrulan, daha da hızlı
gitmek isteyen bir tren… Rayları
kırarcasına haşin davranan bir tren… Çevresinde olup bitenlerin farkına bile varmadan, sabit yolunda ilerleyen kara bir tren... Düşünün ki bu trenin bir son durağı var. Ama
son durağa gelmeden önce birçok istasyonda durması, yolcu alması ve sonra devam
etmesi gerekir. Ve bu hep böyle işlemelidir.
Şimdi,
biraz sakinleşelim yoldaşım. Bırakalım da o yolcular binsinler, gidecekleri
yerlere götürelim. O yolcuların kim olduklarını bilmek istiyorsun değil mi? O yolcular farkındalıkların canım kardeşim.
Kimse rüzgâra karşı koşarken çevresinde olup bitenleri duyamaz, eğer bir
şeyleri duyabilmek istiyorsan duracak ve rüzgârdan kulağını çevireceksin. Biraz
durul bakalım, nereden geldin, nereye gidiyorsun. Kendi muhasebeni yap. Hatalarını,
doğrularını, insanlara bunları nasıl yansıtabildiğini düşün. O beyin hala
gövdenin üzerinde bir kafes güvencesindeyken bunu yap! Şunu da düşün; sen burada kendi
iç dünyanda kendinle çatışırken, acaba gerçek dünyada kimler kimlerle ne için
çatışıyor. Buna her şey dahil olabilir. Dinsel, politik, maddi, manevi, vs. O ray bizi zaten gideceğimiz yere götürecektir, önemli olan giderken yanımızda ne götürdüğümüz dür. Bunlar ve
üzerine ekleyebileceğin düzinelerce şeyden birkaç tanesini bile fark edebiliyorsan
bir şeyleri başarmışsın dır demektir.
Emin olun biraz daha fazla farkındalık, daha az alınıp-satılabilme olasılığı demektir. İnsanların sizi kullanmasına asla izin vermeyin. Ben buna defalarca karşı çıktım fakat bir kaç kere bunu yapamadım. Neyse ki bunlar pişmanlık duyacağım şeyler değildi. Eğer sabredip okuyabildiysen sevgili okurum, umarım bir şeyler anlatabilmişimdir.
Bu sefer
sizinle paylaşacağım şarkı; “Ben E. King – Stand By Me”. Bahsedebileceğim bir
hikayesi yok ama sözleri, insana yaşattığı farklı duygular, örneğin; mutluluğu
ve hüznü bir arada yaşatabilmesi mükemmel. Ve bu şarkının damgasını vurduğu ,
1986 Stephen King imzalı “ceset” filmini size ayrıca tavsiye edebilirim. Şarkının
sevdiğim iki versiyonu var. Biri orijinal King versiyonu, diğeri ise John
Lennon versiyonu. Hatta “Playing For Change” versiyonu da tatlıdır ama o kadar
karıştırmayayım dedim. Gerçi karıştırmış oldum değil mi? Tamam o zaman üçünü de
peş peşe yapıştırıyorum. Zevk almaya bakın…
Benjamin Earl King - Stand By Me ( orjinali )
Jonn Lennon - Stand By Me
Playing For Change - Stand By Me ( "Doğa İçin Çal" bu adamlardan esinlenerek yapılmıştır. )
Maalesef bazı şeylerin ne geri
dönüşü vardır ne de telafisi. Aslında her şey bizim elimizde. Kaybettiklerimiz uzaktayken
geçirdiğimiz zamanı telafi edemeyiz.
Yani eğer şu an burada değilse,
şu an’a çektirdiğimiz eziyetin diyetini nasıl öderiz? Kesinlikle bu imkânsızdır.
Eğer var ise bir telafisi o da şudur ki; kısa süreli hafızamıza bol miktarda
selenyum hormonu salgılamak. Selenyum hormonu bu şekilde işlemiyor tabi ki ben
de biliyorum. Demek istediğim; anı yaşamaya ve o andan mutluluk duymaya
kendimizi zorlarız. Fakat geçmiş, ellerindeki ve dişlerindeki bedenimize ait
kan ve et parçalarıyla, sanki şizofren biriymişiz ve o bizim en azılı
dostumuzmuş gibi yanımızda dolaşıyor olacak. Her yüzümüzün güldüğünde, “Evet,
güzel hissediyorum fakat bitebilir, tıpkı bir önceki seferde olduğu gibi.”
demekten kendimizi alamıyor olacağız.
Şimdi tam da şu an itibariyle
sorgulamamız gereken şey; ikinci bir şans olmalı mıdır? Bu konuda derin
fikirlerim var fakat sizinle bunu şimdilik paylaşamayacağım. Kendimize soralım.
O hayali dostumuzu aklımızdan atabilecek miyiz? Bu her iki taraf için de
geçerli. Bence imkansız diye bir şey yoktur. Belki onu hayatımızdan çıkaramayız
ama göz ardı edebiliriz. “A beautiful mind” filmini izleyenler ne demek
istediğimi bilirler. Ve belki tüm bunlar hayatımızda bir ders olarak yaşamaya
devam edebilir.
Son eklemek istediğim şey,
herhangi birisini, herhangi bir şeyi, veya siz oraya ne koyarsanız artık; onu
ertelemek dünyanın dönmesine ve zamanınızın sona ermesine engel olmayacaktır. Sadece
siz bu zamanı iyi hissederek geçirebilmek olasılığınızı ertelemiş olacaksınız. Hadi,
artık ruhlarımızı Özgür bırakalım ve en Gözde varlıklarımızdan kendimizi mahrum
bırakmayalım. Çünkü zaman hızla akıp gidiyor…
Bugün size tanıtacağım şarkı da; “Eric
Clapton -Old Love”. Şarkının yazılış
hikayesi de aynen şöyledir.
"Journeyman" albümü için stüdyoya giren
Eric ağabeymiz herkesin öğle yemeğine gittiği bir esnada Cray ile birlikte
stüdyoda takılmaktadır. Cray birden notalara basar ve bu efsane şarkının ilk akorlarını çalmaya başlar.. Clapton abi
buna bayılır ve hemen üzerinde çalışmaya başlarlar. Hızını alamayan abimiz hemen
sözlerini de oracıkta yazıverir. O sıralar hayatının aşkı olan Pattie Boyd’dan
yeni ayrıldığı için tam da efkâr ve ilhamın hat safhada olduğu zamanlardadır. Ekip
stüdyoya girdiğinde şarkı hazır bulunmaktadır... Tek yaptıkları Rec tuşuna basmak
olmuştur. Ve bence şarkının en güzel olaylarından bir tanesi de Clapton’ın “Robert
ile beraber yaptık, her şeyini paylaştık, ama bir tek vokali paylaşmak
istemedim.” demesidir.
Haklılık, karşındaki size aksini ispat edemediği sürece kendinizi bulundurduğunuz konumdur. Nasılsa siz yalan yanlış konuşmuş ve onu zan altında bırakmışsınızdır. Şimdi o kendini nasıl izah etsin? Uğradığı taarruza mı yansın yoksa onca insana kendisini anlatmaya mı uğraşsın? Valla artık böyle durumlarda ben kendimi kasmıyorum. Savunmana gerek yok ki, bırak kim nasıl bilmek “istiyorsa” öyle bilsin. Sen kendinden bir şey kaybetmezsin emin ol. Zamanında ben kendimi anlatmaya çalıştıkça beni farklı anladılar. Ama ben burnumu göğe dikip onları kendileriyle baş başa bırakabilirdim. Ama yapmadım, ve sonuç hiç arzulamadığım gibi olmuştu. Sözün özü beyler, bayanlar ve Mahmut ağabeyciğim; asla durumunuzu, karizmanızı bozmayın ve susayınca hararetinizi bastırmak için su için, çay için, limonata için. Ama asitli içeceklerden ve alkolden uzak durun, midenize bağırsağınıza yazık. Ama illa içicem diyorsanız buz gibi bir bira açın. Bu sefer sizinle Guns N’ Roses’dan “Don’t Cry” şarkısını paylaşıcam. “don’t cry”, yazılan ilk Guns N’ Roses şarkısıdır. Hikayesi Izzy Stradlin bir kıza aşık olmuştur, fakat sevdiği kızın gönlü Axl Rose'dadır. Izzy durumun farkındadır ve çok üzülmüştür fakat belli etmiyordur. Axl 'ın uyuduğunu sandığı bir gece sessizce ağlamaya başlar. Fakat Axl uyumuyordur ve en yakın arkadaşını dinliyordur. O da üzülmüştür duruma ve bunun üzerine “Don't Cry” şarkısını yazmıştır.
Şarkının sözleri de şöyledir;
benimle usulca konuş
gözlerinde bir şeyler var
başını acı içinde eğme
ve lütfen ağlama
içinde nasıl hissettiğini biliyorum , daha önce oradaydım
içinde bir şeyler değişiyor
ve sen bunu bilmiyorsun
bu gece ağlama
seni hala seviyorum bebeğim
bu gece ağlama
bu gece ağlama
üzerinde bir cennet var
ve bu gece ağlama
bana bir fısıltı ver
ve bana bir iç çekiş ver
bana hoşça kal demeden önce bana bir öpücük ver
şimdi bunu çok yanlış anlama
ve lütfen bunu çok kötü görme
hala seni düşünüyorum
ve geçirdiğimiz zamanları bebeğim
ve bu gece ağlama
bu gece ağlama
bu gece ağlama
üzerinde bir cennet var bebeğim
ve bu gece ağlama
ve lütfen hatırla ki asla yalan söylemedim
ve lütfen hatırla şu an içimde nasıl hissettiğimi canım
Evet, dün Eric Clapton ve Pattie Boyd’un hikayesine ufak bir giriş yapmıştık. Şimdi masalımızın kahramanlarını kısaca bir tanıtayım istiyorum. Yazılarımı sıkılmayın ve okuyun diye kısa yazıyorum, detaylı bilgi vermesini ben de bilirim ama okumazsınız sonra… :)
Neyse, Eric abimizin hikayesiyle başlayalım. Efsane, hayata gözlerini açtığında avrpada 2. Dünya Savaşı devam etmekteydi. Ancak dünya gözüyle sadece 8 gün görebildi savaşı. Eric Clapton 30 Mart 1945’te İngiltere, Ripley’de hayata gözlerini açtı. Savaşın ortasına doğmuştu, annesi ingiliz, babası ise Kanadalı bir subaydı. Yasak ilişki sonucu dünyaya gelen Eric’in babası savaş bitince ülkesine döndü. Annesi olan Patricia Molly Clapton’ı 9 yaşına kadar ablası bilen küçük Eric gerçeği 9 yaşında keşfetmiştir. Bir gün ablası sandığı Molly’ye “artık sana anne diyebilir miyim?” der, fakat alacağı cevap onun hayatını kökten sarsacaktır. Eric annesinden oynadıkları role devam etmelerini ister. Biz böyle durumlarda rakıya biraya sararız, gerçi daha çocukmuş ama olsun; Eric hemen bir gitar edinir ve kendini gitara verir. 9 yaşında başlayan gitar serüveni hala sürüp gitmektedir. İlerleyen yıllarda ona, “mr. Slowhand” olarak hitap edilecektir. Tabi ki bu bir ironi, keza Eric gitarı öttürmektedir . Şarkılarına baktığımızda ise çoğu hayat hikayesiyle ilgilidir. Yani serdar ortaç gibi “felsefi” cümleler aramaz, yaşadıklarını efsane melodileriyle anlatır. 9 yaşındaki bu koca çocuk ileride parlak bir rock yıldızı ve efsanevi bir aşkın baş mimarı olacaktır.
Köyümüzün güzel kızı Pattie Boyd’a gelecek olursak, Pattie aslında Eric’ten tam 1 yaş büyüktür. 19 Mart 1944 yılında gözlerini dünyaya açan bu güzeller güzeli kız ailesiyle beraber kozmopolit bir dünyada yaşıyorlardı. Şöyle ki; Pattie ve ailesi Kenya dahil olmak üzere İngiltere, İskoçya ve Amerika gibi çeşitli ülkelerde yaşama şansı buldular. Hanım kızımızın da ailesi sonradan parçalanmıştır. Annesi ve babası boşanmış, annesi boş duramayıp hemen Tanzanya’ya kocaya kaçmıştır. Bu güzel yüzlü kız çocuğu ileride birini fena halde dize getirecekti. Hayatının bu evresinde karşılaştığı zorluklar ona, ilerideki fırtınalı hayatının sinyallerini vermekteydi.
Evet sabırlı okuyucu arkadaşlarım, hikayemiz ilerledikçe bu iki kahramanın kesişen yollarına hep beraber eşlik edeceğiz. Hadi yazıma güzel bir şakıyla son vereyim.
My father’s eyes…. Eric Clapton, 1985’te hayatını kaybeden ve hiç karşılaşmadığı babası için yazmıştı bu şarkıyı. Hatta; babasının gözlerine hiç bakamadığından dolayı, oğlunun gözüne nasıl bakacağını bilemediğinden bahsetmiştir. Sözlerinden anlayacaksınız zaten. Sırf bu şarkı ile alakalı geniş bir yazım olacak. Ama şimdilik senaryoya bağlı kalalım. :)
Çok kısa değinip geçicem. Günlerdir devam eden gezi parkı
olayları hakkında içimde kalan ufak bir şeyi sizinle paylaşmak istiyorum. Öncelikle “Gezi Parkı” amaç değildir
arkadaşlar, bunda bi fikir birliği yapalım. Şöyle ki; insanlar meydanlara akın ettikleri ilk günlerde, gezi
parkı için başlatılan eylemin haksız yere dağıtılmasının karşısında durmak amacıyla oradaydılar. Polisler tarafından aynı muameleye maruz kalınca da, içlerinde dizginledikleri ateşi dışa püskürtmeye başladılar. Yani artık “Gezi
Parkı” insanların direnişleri için bir araç haline geldi.
Şahsım adına konuşmam gerekirse;
ben de protestolara katıldım. Sebebi; iyiden iyiye Ata’mızın adının ve izlerinin
silinmeye çalışılması, halka ve halkın Önderi Mustafa Keman Atatürk'e yaptığın hakaretler ( ayyaş, çapulcu vs. işte siz biliyosunuz ), ulusal bir ülke yapısından daha çok, millet millet
bölünmüş bir ülke konumuna getirilmeye çalışılması, doğu, batı, kuzey, güney
fark etmeden insanların kullanılmaya çalışılması ve mağdur siyaseti yaparak
eğitim düzeyi çok aşağıda olan insanların kandırılması. Bu örnekleri
çoğaltabilirim ama meydanlara inerken benim ana temalarım bunlardı.
Peki, sonra ne oldu? Sonra, meydanlarda
bu durumu fırsat bilen yasa dışı zihinler ile ben bir tutuldum. Başbakan
mitinglerde bizi “terörist” olarak gösterdi ve biz de Atamızı, Bayrağımızı ve
bölünmez bütünlüğümüzü korumaya çalıştığımız için artık birer terörist idik.
Orada benimle aynı fikirde olan kişileri size Sagopa Kajmer'in "Trakonya" şarkısında geçen bir diyaloğu ile tasvir etmek isterim. Bize "terörist" diyen zihniyete ince bir cevap niteliğinde olduğunu düşünüyorum. ( Sagopa Kajmer, Yunus Özyavuz'un kullandığı bir mahlastır.)
* Yani Yunusta iki şahsiyet mi var diyorsunuz ?
İki Yunuz;
- İlki yanağına tokadı yeyince ötekini uzatan,
- İkincisi ise bi yanağına tokadı yeyince karşılığını veren Yunus, öyle mi ?
* Hayır, öyle bir ikilikten söz edilemez. Yunus tokat da yemek, tokat da atmaz...!!!
Yani senin kaba kuvvetin bu millete işlemez. Barbarlık gördü diye de ne pusar, ne de kimseye karşılık verir. Ne mi yapar; kitap okur, börek uzatır, karanfil uzatır... Ama yine çok zorlamamak gerekir!
Peki, size şöyle bir
tablo çizsem bana ne dersiniz ?
Sanırım
bundan ötesini tartışmaya da gerek yok. Terörist başı ve uzantısı olan siyasi
toplulukla birebir defalarca görüşmeye oturup halkına terörist diyorsan, ben
senin samimiyetinden şüphe ederim. Kaldı ki zaten ülkemizde samimi bir ortamdan
uzun zamandır söz edilemez. Sadece şu sunmuş olduğum kıyaslamayı yaparak bir
çok sorunun cevabına ulaşabilirsiniz. Zahmet edip okuduğun için teşekkür ederim
Mahmut Abi… ;)
Evet, yeni blogumun ilk yazısını yazmaktayım.
Heyecan var mı? Hayır, yok :). Öyle üstün sayılabilecek bir blog sayfası
özelliği taşımayacağını şimdiden söylemeliyim. Mesela; genel olarak Eric
Clapton’dan bahsederim, veya ne bileyim günlük hayattaki bana ters gelen
şeylerden, bazen Orduspor’dan, bazen ise ordan burdan… Şunu da ekleyeyim; imlaya o kadar da dikkat etmeyecem...
Ee madem Eric Clapton dedik, hadi
onun bir şarkısını size tanıtarak yayın hayatıma başlayayım…
Benim En’lerim arasında bulunan bir şarkı, “Layla”.
Olayın derinine inmek istemiyorum. Özetle; Eric abimizin Pattie Boyd yengemize
yazdığı olağan üstü şarkıdır. Eric, bu güzelim kıza vurulduğunda Pattie, Beatles’ın
üyelerinden George Harrison’ın eşiydi, ama bu yasak ilişki Eric Clapton’ın tüm hayat
hikayesinin ince bir özetiydi. İlerleyen zamanlarda size bunlardan da
bahsedicem.
Şarkıya dönecek olursak; Eric Clapton şarkının
sözlerini, içine düştüğü aşkı Leyla ile Mecnun efsanesine benzeterek, o
hikayeden esinlenerek yazmıştır.
Sözleri ise şöyledir;
Tek başına kaldığında ne yapacaksın, Kimse seninle birlikte değilken?
Çok uzun zamandan beri kaçıyorsun ve saklanıyorsun.
Biliyorsun bu senin aptal gururun.
Seni teselli etmeye çalıştım, o eski adamın seni üzdüğünde.
Aptal gibi, sana aşık oldum, tüm hayatımı alt üst ettin.
En doğru kararı verelim, ben sonunda çıldırmadan önce.
Ne olur hiç bir zaman bir yol bulamayacağız deme
Ve tüm aşkımın boş, faydasız olduğunu söyleme bana
Leyla, beni dize getirdin,
Leyla, yalvarıyorum sevgilim lütfen,
Leyla, sevgilim şu endişelerimi dindirmeyecek misin?
Sözleri,
müziği, melodisi, söyleyeni, ve tabii ki “dinleyenleri” ile müthiş, ve bana
göre efsaneler efsanesi bir şarkı ! iki versiyonunu birlikte servis edicem
size.. Zevkini çıkarın…