14 Mart 2017 Salı

Yollar...

Çocukluğumda doğduğum şehir İstanbul ve memleketim olan Ordu arasında hep mekik dokurduk. Annemin astım rahatsızlığından dolayı yaz tatillerini hep memlekette geçirirdik. Bahsettiğim dönem 90'ların başlarıdır. Henüz 4-5 yaşlarındayken başladı şehirler arası yolculuklarım. Hatırladığım ilk otobüs yolculuğunu da annem ile yapmıştım. Elimizde valiz ile çıktık yola. Ordu'ya gidiyorduk, ilk defa göreceğim memleketime.

Mercedes O 303 otobüsler vardı o zamanlar. Otobüslerde sigara içilebilen dönemlerden bahsediyorum. Koltukların taş gibi olduğu, ısı yalıtımı olmayan cama başınızı yasladığınızda yüzünüzün buz tuttuğu dönemlerden... Gece olunca kısık ses ile pilli kaset çalarlardan şarkılar dinlenirdi. Sonraları bunun yerini walkman'ler almıştı. O otobüs yolculukları hem çok yorucu hem de çok eğlenceli geçerdi. Hiç unutmam, annem gece boyu sigara kokusundan başörtüsüyle burnunu kapatırdı. Sırf sigara kokusu yüzünden koltuklarımızı şoför arkası alırdık. Gece boyu otobüsü şoförle beraber ben de sürerdim. Yolculuk için alınan abur-cubur diye tabir ettiğimiz o zararlı şeyler için deli olurdum. Otobüse biner binmez poşetin ağzını ben çözerdim. Mola yerlerinde normal yemek yerine çay ile gözleme yerdik. Yolculuk yapıyorsan o gözlemeyi yiyeceksin arkadaş! İlk peluş oyuncağıma o yolculuklardan birinde  sahip olmuştum. Başka da olmadı gerçi. Sarı kırmızı bir maymundu. Adını da Rocky koymuştum. ( Rocky benim çocukken en sevdiğim film kahramanıydı.) Annem rahat uyuyayım, başımı yaslarım diye yastık alacaktı ama ben onu istemiştim. Uyku zamanı gelince yine de başımı annemin dizlerine yaslamıştım. Diğer tüm seferlerde de bu ritüel hiç değişmemişti...

Yorucu ve annem için uykusuz bir yolculuğun ardından sabahın erken saatlerinde Ordu'daydık. Ordu şimdi de güzel lakin o vakitler daha bir güzeldi. Sokaklarda park halinde duran veya trafik oluşturacak kadar fazla araç yoktu. İnsan sayısı da pek fazla denemezdi. Şehir nostaljik bir film sahnesine benziyordu, etrafımızda bulunan az sayıdaki insanlar da figurasyon için çağrılmış gibiydi... Güneş pırıl pırıldı, İstanbul'daki alıştığımız o kömür kokusu yerine de mis gibi Karadeniz havası. Ufuk gazoz ile o yaz sıcağında tanışmıştım. Tabi ki o zamanlar etrafı böyle tasvir edebilecek olgunlukta değildim ama gördüklerim kesinlikle bu kadar duru ve güzeldi.

Bu benim ilk yolculuk deneyimim idi. Sonrasında şehirler arası yolculuk benim en sevdiğim oyun olmuştu. Yıl içerisinde İstanbul - Ordu arasını en az iki kere gidip gelirdik. Sonraları bu sayı üçe, dörte hatta beşe çıkar olmuştu. 99 depremine kadar her senem bu şekilde geçmişti. Bu yolculukların yaza denk gelen kısmında, yani memleketimde bulunduğum yaklaşık üçer aylık süreler içerisinde güzel çocukluk anıları edinmiştim. O anıları da umarım bir başka sefere yazarım.

Bünye yolculuklara alışmıştı tabi, büluğ çağımdan sonra da fırsat bulduğum her an kaçma isteği doğdu içimde. Mümkün olmadığı zamanlarda bile, düzenimi bozacak olsam dahi yollara atılır olmuştum. Annem hep der; "Biz bu oğlanın adını yanlış koyduk" diye. Bence sıkıntı ne bende ne de koyulan adımda, sıkıntı -ki sıkıntı mı o da tartışılır, yolculuk yapmanın bu kadar güzel olması. Ne zaman hayat boğazımdaki düğümlerin sayısını bir artırsa ben yollara atıyorum kendimi. Şimdi yine yeni bir yolculuk...

Ritüelimi tamamlamak adına şimdi güzel bir şarkı ile yazıma nokta koyacağım. Şarkının ne yollar ile pek alakası yok. Daha çok aşk ile alakalı. Ama çocukluğumdaki gördüğüm dünya o kadar güzeldi ki, özlediğim bir sevgili gibi. O sevgiliyi de anımsayınca yeniden görmüş gibi oluyorum ve hayalimde daha da güzelleşiyor. Her seferinde "güzel ne güzel olmuşsun görülmeyi görülmeyi" diyorum. Şarkı Karacaoğlan şiirinden alınan 3 kıta ile icra edilmiş bir Fikret Kızılok eseridir. Türkü versiyonları da mevcut ama beni uzaklara götüren hep Fikret ağabeyin eleğinden geçeni olmuştur.