Yorucu ve annem için uykusuz bir yolculuğun ardından sabahın erken saatlerinde Ordu'daydık. Ordu şimdi de güzel lakin o vakitler daha bir güzeldi. Sokaklarda park halinde duran veya trafik oluşturacak kadar fazla araç yoktu. İnsan sayısı da pek fazla denemezdi. Şehir nostaljik bir film sahnesine benziyordu, etrafımızda bulunan az sayıdaki insanlar da figurasyon için çağrılmış gibiydi... Güneş pırıl pırıldı, İstanbul'daki alıştığımız o kömür kokusu yerine de mis gibi Karadeniz havası. Ufuk gazoz ile o yaz sıcağında tanışmıştım. Tabi ki o zamanlar etrafı böyle tasvir edebilecek olgunlukta değildim ama gördüklerim kesinlikle bu kadar duru ve güzeldi.
Bu benim ilk yolculuk deneyimim idi. Sonrasında şehirler arası yolculuk benim en sevdiğim oyun olmuştu. Yıl içerisinde İstanbul - Ordu arasını en az iki kere gidip gelirdik. Sonraları bu sayı üçe, dörte hatta beşe çıkar olmuştu. 99 depremine kadar her senem bu şekilde geçmişti. Bu yolculukların yaza denk gelen kısmında, yani memleketimde bulunduğum yaklaşık üçer aylık süreler içerisinde güzel çocukluk anıları edinmiştim. O anıları da umarım bir başka sefere yazarım.
Bünye yolculuklara alışmıştı tabi, büluğ çağımdan sonra da fırsat bulduğum her an kaçma isteği doğdu içimde. Mümkün olmadığı zamanlarda bile, düzenimi bozacak olsam dahi yollara atılır olmuştum. Annem hep der; "Biz bu oğlanın adını yanlış koyduk" diye. Bence sıkıntı ne bende ne de koyulan adımda, sıkıntı -ki sıkıntı mı o da tartışılır, yolculuk yapmanın bu kadar güzel olması. Ne zaman hayat boğazımdaki düğümlerin sayısını bir artırsa ben yollara atıyorum kendimi. Şimdi yine yeni bir yolculuk...
Ritüelimi tamamlamak adına şimdi güzel bir şarkı ile yazıma nokta koyacağım. Şarkının ne yollar ile pek alakası yok. Daha çok aşk ile alakalı. Ama çocukluğumdaki gördüğüm dünya o kadar güzeldi ki, özlediğim bir sevgili gibi. O sevgiliyi de anımsayınca yeniden görmüş gibi oluyorum ve hayalimde daha da güzelleşiyor. Her seferinde "güzel ne güzel olmuşsun görülmeyi görülmeyi" diyorum. Şarkı Karacaoğlan şiirinden alınan 3 kıta ile icra edilmiş bir Fikret Kızılok eseridir. Türkü versiyonları da mevcut ama beni uzaklara götüren hep Fikret ağabeyin eleğinden geçeni olmuştur.